Skip to main content

(Çaycuma Belediyesi, Başkan Danışmanı Ahmet Öztürk’ün makalesidir)

www.AdilYasam.net sitesindeki şu ifade bence de çok doğru: “İnsan, hayvan, bitki, taş, toprak, su, hava, yani evrendeki tüm varlıklar, bir ‘bütün’ olarak daima hareket halinde ve aralarındaki dengeyi böyle koruyorlar. Hareketsizlik ise, parçası olduğumuz bu ‘bütün’ün bir bakıma inkârı anlamına geliyor. Yani ‘bütün’ün doğasına uymayıp salt kendini düşünmek. Buna ‘Yıkıcı Bencillik’ deniliyor. Ve bütün’ün diğer parçaları, kendine uymayanları tasfiye ediyor; tek tek ya da kitlesel olarak. Hareketsizliğin yol açtığı sorunlara lütfen bir de böyle bakın!”

Kişinin kendi tercihine bağlı olarak sürülen ve önermede de sözü edilen sedanter yaşam, aslında toplumsal maliyeti çok yüksek bir yaşam biçimi. Başta sağlık alanı ve dayattığı tüketim alışkanlıkları nedeniyle büyük kaynak tüketiyor. Yapılan araştırmalar fiziksel aktivitelerin düzensiz ya da çok az olduğu bu yaşam tarzının, kardiyovasküler hastalık, diyabet ve bazı kanser türleri için yüksek bir risk oluşturduğunu gösteriyor.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) bu nedenlerle ortaya çıkan hastalıklarla mücadele için yılda 54 milyar dolar civarında para harcandığını, bunun yarısından fazlasının da kamu tarafından karşılandığı ifade ediyor. Bu yaşam tarzının anksiyete, kardiyovasküler hastalıklar, rektum kanseri, umutsuzluk, yüksek tansiyon, lipit bozukluklar, yetişkin ölümleri, obezite, osteoporoz, bel fıtığı gibi hastalıklara neden olduğu biliniyor. Yani sedanter yaşam insanları az hareket edip çok tüketmeye, daha sağlıksız bir yaşama itiyor.

DSÖ raporlarına göre çocuk ve adölesanların beşte dördü, yetişkinlerin üçte biri yeteri kadar fiziksel aktivitede bulunmuyor. Araştırmalar, fiziksel inaktivite ve sedanter yaşam tarzının tüm dünyada yılda 3 ile 5 milyon arasındaki ölümle ilişkisi olduğunu ortaya koyuyor. Ortaya çıkan bu sonuçlar kişilerin yaşam biçimiyle ilgili tercihlerinin aslında başkalarının hakkına giren, toplumsal maliyeti olan, bedeli başkalarına da ödetilen bir yanı da olduğunu gösteriyor. Hayat tam da böyle bir şey zaten. Hepimiz birbirimiz için diyeti ödüyoruz.

Öyle bir yaşam döngümüz var ki, aldığımız her nefesten (Oksijen tüketip, karbondioksit salgılıyoruz), tükettiğimiz her damla suya; kirlettiğimiz her peçeteden (Kağıt demek yok olan ağaç demek) kapatmayı unuttuğumuz bir lambaya (Enerji toplumsal maliyeti çok yüksek olan bir kaynak) değin özenli özensiz yaptığımız her şeyden tüm canlılara karşı sorumluyuz. Her bir eylemimizin bir başka varlığın yaşamında şu ya da bu şekilde karşılığı var çünkü. Bitip tükenmez sanarak hesapsızca kullandığımız kaynaklarsa son derece sınırlı ayrıca. En kötüsü de ekolojik dengenin bozulmasıyla birlikte dünyanın kendini yenileme kapasitesi her geçen gün daha da azalıyor.

Bunun tek sorumlusunun insan olduğunu ısrarla belirtmemiz gerekiyor. Kendini diğer canlılar karşısından her türlü piramidin en tepesine yerleştirip sözde akla dayalı eylemleriyle doğayı geri dönülemez şekilde tahrip eden insan, sebep olduğu ekolojik yıkımla, gezegenimiz için, artık bir tehdit oluşturuyor. Öte yandan, insanın, gezegenin kendini tedavi etmesi için yardımcı olma şansı bulunan tek canlı olması “evrensel bir ironi” olarak da önümüzde duruyor.

Bu durum dert edinen ve geliştirdiği “Adil yaşam” felsefesi ile kendini diğer tüm canlı ve cansız varlıklarla eşitleyen bireylerin bu döngüyü bozmak için dile getireceği elbette çok şey var. Bunlar üretilen metinlerde pek çok yönüyle de ortaya konmuş zaten. Yaşama giderek çok daha fazla ekolojinin mantığı üzerinden bakmaya çalışan bir insan olarak doğal hayat düzenine ve diğer canlılara zarar vermeden de son derece mutlu bir hayat sürebileceğini ısrarla anlatmamız gerektiğini düşünüyorum.

Bu doğrultuda yapacak çok şey de var. Tüm canlıların hayatının devamı için biyolojik çeşitliliğin korunması, enerjinin tamamının yenilenebilir kaynaklardan elde edilmesi, geri kazanımın bir yaşam biçimine dönüştürülmesi, toksik malzeme içeren inşaat teknolojilerinin reddedilerek ekolojik mimariye geçilmesi, kimyasal madde kullanımının her alanda en aza indirilmesi gibi pek çok başlık önümüzde duruyor. Ene önemlilerinden biri olarak gördüğüm, önce toprak, sonrasında da oradan beslenen tüm canlıları zehirleyen tarımda kimyasal kullanımını azaltmak için organik beslenmenin önemini bıkmadan dile getirmeliyiz mesela. Zonguldak’ta yaklaşık 300 hektarlık nitelikli tarım alanı üzerinde kurulması planlanan, 2 milyon ton gibi çok büyük kapasiteli kimyevi gübre fabrikasına itiraz etmeyi bu bapta ele alabiliriz.

Yörenin ekosistemine göre başkalaşarak, milyonlarca yıllık bir evrimin sonunda kendi yaşam alanını oluşturan ve bunun sonucunda bulunduğu yerin iklim özelliklerine dayanımı son derece yüksek hale gelen bitkileri yetiştirmenin, tohumlarını korumanın önemine ısrarla işaret etmek önemsediğim bir diğer husus olarak öne çıkıyor.

Ve en önemlisi de tüketim toplumun tüm biçimlerine bulduğumuz her fırsatta itiraz ederken kendi yaşamımızla da buna örnek olmalıyız. Biliyoruz ki, vahşi kapitalizm, ışıltılı propaganda yöntemleriyle, gerçek ihtiyaçlarımızla, tüketmesek hayatımızda hiçbir şeyi değiştirmeyecek ürünler arasındaki ayrımı tümüyle ortadan kaldırdı. Ayrımsız her birimiz bin bir renge bezenmiş gerekli gereksiz tüketim maddelerini satın alıp sergilemeyi adet haline getiren görgüsüzler topluluğunun bir parçası haline geldik. Dahası böyle yapmanın, bizlere, toplumsal bir ayrıcalık ve prestij kazandırdığını düşünüyoruz.

Her birimizin eski eşya çöplüğüne dönen evlerinde özellikleri nedeniyle çok büyük para verdiğimiz ancak pek çok özelliğini hiç kullanmadığımız bir sürü eşya var. Sokaklardaki çöplükler ise tam bir atık cenneti. İşin tuhafı da şu: Tasarruflu yaşamayı cimrilik zannederken, savurganlığın adı çoktan cömertliğe çıktı zihnimizde. Beynimizin derinliklerinde birikmiş bu kodlarla mücadele etmeli, içimizdeki bencil duyguları, hırsları yenmeyi başarmalıyız.

Kent özeline gelirsek, galiba soru şu: Tüm bu kavramları kentsel uygulamaların bir parçası haline nasıl getirir, yerel yönetimlerin görevleri içinde tanımlanmış somut adımlara nasıl dönüştürürüz? Bence bu önemli bir sorunsal olarak önümüzde duruyor. Önceden üretilmiş metinler içinde bunun yanıtları var galiba. Burada, birçoğumuzun da üzerinde durduğu “Kent planlama çalışmalarında sosyal donatıların canlı ve cansız haklarının temel hak ve ölçütleri doğrultusunda projelendirilmesi” çok doğru bir önerme olarak öne çıkıyor sanki. “Rahat ve engelsiz geniş yaya ve bisiklet yolları, taşıtsız yerlerde yürüyüş alanları ve kentsel fonksiyonların optimum yürüyüş mesafesine göre planlanarak kent içinde araç kullanımından caydırılması gibi çareler”, üzerinde konuştuğumuz konuda ciddi bir çözüm yolu gösteriyor.

Önce hareketli yaşamı mümkün kılan bir kentsel altyapının gerekliliğini hiç bıkmadan anlatacağız topluma. Oradan da katılan yeni fikirlerle, yepyeni bir kent için fiziki düzenlemeler yapacağız. İnsanları yürümeye adeta kışkırtan peyzaj değeri yüksek geniş yaya yolları, yayalaştırılmış alanlar, her türlü teknik sorunu çözülmüş güvenlikli bisiklet yolları ile donatılmış bir kenti çıkaracağız ortaya. Kendi kendine yeten bir kent için doğal, tarihsel, kültürel değerleri büyük bir kıskançlıkla koruyacak, ihtiyaç duyulan enerjiyi temiz kaynaklardan sağlamak için adımlar atacağız. Tüm bunların temelini, kendimizden başlayarak, toplumun en geniş kesiminde yaşanacak bir zihni dönüşümün oluşturduğunu söylemeye gerek yok elbette. Çok şükür ki Çaycuma’da bu doğrultuda epey mesafe kaydettik. Ortaya konulan ama daha sonra toplumun büyük kesimi tarafından benimsenen bu kazanımları koruyup daha da ilerilere taşımak için yapacağımız çok şey var elbette. Bu beyin fırtınası da bu yüzden değil mi zaten?

Ahmet Öztürk, 1 Ekim 2022

One Comment

  • Ayse Gezdur dedi ki:

    Ahmet bey, hareketsizliğe hiç bu tarafından bakmamıştım! İyi’ye ulaşmak için çok patika var burada. Sonsuz teşekkürler.

Leave a Reply to Ayse Gezdur Cancel Reply